MUTLULUĞU ARARKEN ELDEKİ ACILARDAN YA DA
TANRIYI ARIYORKEN EVDEKİ DİNDEN OLMAK ÜZERİNE BİR HİKAYAT
Duman, belleğimi dağıtan
simya; kül, acılarımdan arta kalan mutluluk; izmarit, benden aldıklarınla kurduğun yalancı hayat;
kibrit, turnusol; kül tablası, tek gerçek…
Şişe, taşıdığı umudu bilmeyen bir yalvaç; kapak, az sonralı bir fragman; el,
utangaç bir fahişe; alkol, halkla ilişkiler sorumlusu...
Tuval, pisuvara konulmuş kokulu taşlar; fırça, elinde tutuğun
yaşama ağrısı; boya, tüm gereksiz yinelemeler; spatula, kastı aşan adam öldürme; çığlık,
geriye kalan her şey
* * *
Bütün
köşeleri tek tek kontrol ediyorum gözlerimle. Beyaz bir geceye hazırlanıyor belleğim. Oysa bugün kaçacaktım
kendi damarlarımdan, kırıp dökecektim duvarın beyazlığını, ağlayacaktım
biraz da ayrılığa içerleyip. Yalnız ve yansızım her zamankinden çok.
Ummagumma Vol-2…evdeyim.
Sonrası tüm oyunlar gibi grotesk ve hepsinden çok tragedya. Birkaç gün önce yoldaydım ve Vol-1 çalıyordu. Korku
ilk kez olmasa da bir kez daha, kuruyan boğazımda yutulmaya teşne bir tükürük gibi inatla yerleşivermişti
içime. Yol çizgileri belirsizdi ve her arayış gibi bu yolculuk da amaçsız, insanca, şairaneydi. Belleğimde
kalanları yazdığım romana aktarıp gerisin geri dönüverdim yolculuğa. Ayaklarımın altından
akıp giden dünya aslında yuvarlakmış, oysa beni taşıyan her şey dört köşe. Gözlerim
bile. Neresine dokunsan otobüsün, orada bırakıyorum bedenimin bir parçasını. Tanrıyla son sohbetimi
yapmak üzere uzanıyorum telefona. Çalıyor… Karanlık, yol kenarlarında bekleşen ölüleri çekiyor
içine ve hayat veriyor özgürlük düşlerimize.
Eskiden nasıl da güzeldi
yolculuklar. Kaybolmaktı hep paradoksun bir yanı ve gizdüşümü okurdum kara kaplı bir kitabın derinliklerinde.
Hayatlar birikirdi cam bir fanusa. Kırmızı bir ayrılık akşamı yaşanırdı
gökyüzünün bize ayrılan kısmında. Eskiden dostluklar var mıydı, yaşananlar bir gün biter der
miydik yine de. Eskiden her şey yeni miydi ya da şimdi epriyen yanlarımdan bir aşkın kahve kokusu
mu yayılıyor dört köşeli dünyaya. Ben başkası mıyım peki ya Rimbaud?
‘Telefonu çalmaya
devam ediyor…ses veren yok.’
Hayat, uçurumdan aşağı
yuvarlanan taşlarda buluyordu kendini. Köşeye sıkışan herkes yeni bir gambite niyetlenirken aslında
an sonraki açmazı görmezden geliyordu. Ben mermerden bir küllük müyüm? Yaşama aşık bir garip şair
mi? Ben hüzün müyüm; peki ya Vincent?
İki yanı denizle
kuşatılmış taştan köprünün-ki üstü de yanları da taşlandı-üzerinden geçerek gidilebilecek
en kısa yoldan vardım dün gece cesedimi çıkardığım otele. Mönüdeki balığı ve
şarabı masada bırakıp son tanıdığım insanı da attım odanın penceresinden
aşağı. Artık yalnızdım ve mutlu. Bindim ilk otobüse, döndüm şehre.
Size bir hikâye anlatacağım.
Bundan sonra benden mantık dahilinde bir şey arayanların boynu altında kalsın.
Yıllar önce bir ülkenin
bir kentinde bir adam yaşarmış. Ona dair tüm yazılan çizilenler bir yana, o kimseyi ciddiye almaz, akşamları
teknesine binip açıldığı denizle paylaşırmış içinde birikenleri. Adamın dedik
ya bir teknesi varmış, bir kedisi ve bir de 14. yy’dan kalma kılıcı. Yalnız değilmiş
kısacası. Aşkı aramış, insanca arzuların peşinden koşmuş, birkaç savaşta
birkaç arkadaşını kaybetmiş, doğal afetlerde evini. Takvimlerde yıllarını kaybetmiş,
aynalarda yüzündeki gençliği, karanlık bir gece yazdıklarını kaybetmiş, sabah olunca da arama
isteğini. Üç beş kuruş biriktirip aldığı hırkasını kaybetmiş bir bayram
günü fener alaylarını izlerken, eski bir dünya haritası varmış ta kıtalar ayrılmazdan evvel
çizilmiş olan, onu kaybetmiş.
Hikâyeye dönmek üzere yakıyorum
cigaramı gecenin zifiri aydınlığına. Otel odasının penceresinden düşen kendimden başkası
değildi. Yol boyu geçmişe döndüm. Geleceğe akarken zamanın tiktaklı kantantı ve akrebin vakur
hüznü, ben tersinir bir tepkimenin içinden aldım yaşamıma anlam katan proteinlerin tümünü: geçmişe döndüm.
İlk çocukluktan ilk aşk sızısına, ilk yazma hevesinden yırttığım onlarca sayfanın
günah çıkartma ayinlerine ve anlatmak istediklerimle anlatmayı hiç düşünmediklerim arasındaki gizil ve
bir o kadar da derinden oluşmuş ilişkiye…sen, sen olalı dinlememiştin böyle bir öykü biliyordum.
Ben, bana beni anlatan onlarcasını dinlemiş, elimde Musa’dan aldığım asa sırtımda
son yalvacın yırtılmış hırkası ve çantamda kendi kattığım anlamlardan kurduğum
koskoca bir ülkenin düş-atlaslarıyla insanoğluna kendi öyküsünü anlatmaya başlamıştım.
Yolun tam ortasında bir kahvaltı salonunun en dip masasında bir cigara daha söndürdüm gecenin ışıklı
karanlığına.
Dört köşeli bir beşikte
geçiverdi zaman. Yalancı meme, sahici ayrılıklar ve gene yolculuklar dört köşeli otobüslerde sürüp giden.
Kentin ışıkları
beliriyordu, nefretle yaşadığım yolculuk bitecekti ve tüm sorular kendi çözüm kümesinde yanıtsızlığını
sürdürecekti. Mutluydum, karanlıktı, özgürdük. Zaten değil mi ki özgürlük geceleri anlamlıdır ve
nedendir ki insan geceleri kendisine yaklaşır ancak. Değil mi ki acı çekmek biraz da mutluluk ayracı
ve mutluluk olmayan şeylerin en anlamlısı (Umut da öyle)!
Kâğıt, acı
veren bir geri dönüşün hikâyesi; kalem, son heves; mürekkep, ses ve ışıkla kurgulanmış bir göstergebilim;
silgi, kamu vicdanı; el, metamorfoz geçiren bir totem…
Yastık, beyin pansumanı;
yatak, altta kalan; uyku, ince belli bir bardaktan boşalan yağmur damlaları; saat, babası belli anası
belirsiz bir karın ağrısı; gece, derin devlet…
Ben, denge aleti; ömrüm,
asimetrik paralel…
* *
*
Geldim
işte, son sözü söyleyen ben olmalıyım. Son kez tartıp düşüncelerimi, son yudumla başlamalıyım
ilk söze. Ben, geldim işte.
Bir gün kıyametin
eli kulağında, adamda bir rahatsızlık baş göstermiş. (Unutanlar için Cilt 3, Bap 1, dakika 55-hikâyenin
sonu) paylaşmak istemiş acısını, anlatmaya çalışmış rahatsızlığını,
olmamış. Herkesin bir sevdiği varmış o zamanlar, bir ailesi, bir köpeği ve özel mülkü. Herkes
mutluymuş, bizimkinden gayrı. Herkes çoğulmuş.
Adam beklemiş, bekledikçe dökülmüş saçları, uzamış tırnakları, şekilsizleşmiş
bakışları, çirkinleşmiş konuşmaları. Suskunlaşmış akşamları, sonsuzlaşmış
duaları. Tanrıyı ararken evdeki dinden olmuş. Mutluluğu ararken çektiği güzelim acılardan,
umudu bulacakken sabahları getiren zaman sayacı sancılardan. Adam, teknesini sürmüş kayalıklara,
kedisini azıtmış ormanda, fırlatmış 14. yy’dan kalma kılıcını, heybetli
bir dağın yamacındaki vadinin dipsiz bir çukuruna.
Herkes birer birer azalmış,
yalnızlaşmış; sevdiğini, ailesini, köpeğini, mutluluğunu, acılarını kaybetmiş
her biri.
Geriye kalan sadece selin
bıraktığı mil değilmiş elbet, cesetler kalmış, umudun kapatıldığı
dört köşeli kutucuklar, gözyaşlarının hapsolduğu şişeler, kimsesiz kadınlar, kimsesiz
erkekler.
‘Ölüm’ demiş
adam, ‘artık çok uzak bana, duyuyor musun gökyüzü?’. Bırakmış kendini boşluğa. Yaklaştıkça
bakmış dipsiz kuyunun siyahına, dinlemiş rüzgârın uğultulu çağrısını.
Uzaklaştıkça
bir daha bakmış gökyüzünün hüzünlü mavisine ve düşünmüş ‘yaşamak, ne kadar güzel ve düş
kurmak geleceğe ne kadar harikulâde..!’
* * *
Telefonu meşgule aldı…yüzleşmekten
kaçıyor bu gece de.
RUA
intihar yağmurları: mart
göğsüme bir işaret koydum bugün
nasıl bakarsan öyle göreceğin bir im
akarak renklendirdi kanım bedenimi
her yanım kırmızıya çalıyor
gündüz gözüyle
durduramıyorum acımı kollarımla
onlar da ayak uydurdu çünkü
göğsümün kanayışına
ağlama hayat
seni bir sokakta atarken
çöp tenekesine
içimi kemiren belirsizlikler söyletiyor beni böyle
bir aşk bir nefret
bir kibrit çakımı gözlerinin ateşli seyri
bir göğe kaldırıyorum boynumu
bir kanatıyorum artık
kanatıyor... kan atıyor... kan
ağlama ömür
sancısı bitmezse sevdamızın
uykunun kollarında avuturum
kabuslarımdaki düşe çalan gerçekliği
bir ölüm bir gece yarısı
hasretin koynuna düşeyazdım,
düşe yazdım adını
bir göğe kaldırıyorum başımı
kan atıyor
damarlarımdaki çığlığı.
rua