aforizma

3.SAYI

ana sayfa
3.SAYI
2.SAYI
1.SAYI
4.SAYI
Sizden Gelenler
Yazarlar
Bize Ulasmak Icin
Dost Linkler
Resimler

kapak2.jpg

D A V E T

 

‘yağmur yağıyor ilk kentten ayrılırken ben

arkamda kalan bir şey yok

birkaç mektup ve şiirlerden başka

kendimi alıyorum, çıkıyorum yola…’

 

 

Sözcüklerin  arasından yaratılacak bir evrene doğru atılmış küçük bir adım oldu aforizma. Kendimizi alıp başladığımız yolculukta, sırt çantamızda birikenleri aktardık size bugüne kadar ve devam edeceğiz yeninin üzerine konulabilecek bir yeni daha buluncaya dek.

 

Ortak bir paydada uzlaşmak ya da üst anlatı oluşturmak kaygımız olmadı ve olmayacak.

 

Eski bir baladı dinlerken ya da yürürken seslerden oluşan doğa korosunun eşliğinde, TV’de Bağdat’la ilgili haberleri izlerken ya da sıcak kollarında sevgilinin, duman saydığımız havayı doldururken beyin hücrelerimize, tüm kabulleri yırtıp atmak adına haykırmak istedik bugün.

 

Yalnızdık, yalnız bırakıldık, yalnız kaldık… fark etmiyor şimdilerde. Unutmamalı bir güzel oyun değil YALNIZLIK.

 

Diyoruz ki; şimdi sarılın kaleme kağıda, ucu ateşte is olmuş bir çöpepapirüse, Pentiumlu teknolojiye… yazın bir şeyler. Bize göndermezseniz sizde kalsın; başkaları okusun derseniz:

aforizmadergisi@mynet.com

jwire.gif

MUTLULUĞU ARARKEN ELDEKİ ACILARDAN YA DA

TANRIYI ARIYORKEN EVDEKİ DİNDEN OLMAK ÜZERİNE BİR HİKAYAT

 

Duman, belleğimi dağıtan simya; kül, acılarımdan arta kalan mutluluk; izmarit, benden aldıklarınla kurduğun yalancı hayat; kibrit, turnusol; kül tablası, tek gerçek…

            Şişe, taşıdığı umudu bilmeyen bir yalvaç; kapak, az sonralı bir fragman; el, utangaç bir fahişe; alkol, halkla ilişkiler sorumlusu...

            Tuval, pisuvara konulmuş kokulu taşlar; fırça, elinde tutuğun yaşama ağrısı; boya, tüm gereksiz yinelemeler; spatula, kastı aşan adam öldürme; çığlık, geriye kalan her şey

                                                           *          *          *

            Bütün köşeleri tek tek kontrol ediyorum gözlerimle. Beyaz bir geceye hazırlanıyor belleğim. Oysa bugün kaçacaktım kendi damarlarımdan, kırıp dökecektim duvarın beyazlığını, ağlayacaktım biraz da ayrılığa içerleyip. Yalnız ve yansızım her zamankinden çok.

            Ummagumma Vol-2…evdeyim. Sonrası tüm oyunlar gibi grotesk ve hepsinden çok tragedya. Birkaç gün önce yoldaydım ve Vol-1 çalıyordu. Korku ilk kez olmasa da bir kez daha, kuruyan boğazımda yutulmaya teşne bir tükürük gibi inatla yerleşivermişti içime. Yol çizgileri belirsizdi ve her arayış gibi bu yolculuk da amaçsız, insanca, şairaneydi. Belleğimde kalanları yazdığım romana aktarıp gerisin geri dönüverdim yolculuğa. Ayaklarımın altından akıp giden dünya aslında yuvarlakmış, oysa beni taşıyan her şey dört köşe. Gözlerim bile. Neresine dokunsan otobüsün, orada bırakıyorum bedenimin bir parçasını. Tanrıyla son sohbetimi yapmak üzere uzanıyorum telefona. Çalıyor… Karanlık, yol kenarlarında bekleşen ölüleri çekiyor içine ve hayat veriyor özgürlük düşlerimize.

            Eskiden nasıl da güzeldi yolculuklar. Kaybolmaktı hep paradoksun bir yanı ve gizdüşümü okurdum kara kaplı bir kitabın derinliklerinde. Hayatlar birikirdi cam bir fanusa. Kırmızı bir ayrılık akşamı yaşanırdı gökyüzünün bize ayrılan kısmında. Eskiden dostluklar var mıydı, yaşananlar bir gün biter der miydik yine de. Eskiden her şey yeni miydi ya da şimdi epriyen yanlarımdan bir aşkın kahve kokusu mu yayılıyor dört köşeli dünyaya. Ben başkası mıyım peki ya Rimbaud?

            ‘Telefonu çalmaya devam ediyor…ses veren yok.’

            Hayat, uçurumdan aşağı yuvarlanan taşlarda buluyordu kendini. Köşeye sıkışan herkes yeni bir gambite niyetlenirken aslında an sonraki açmazı görmezden geliyordu. Ben mermerden bir küllük müyüm? Yaşama aşık bir garip şair mi? Ben hüzün müyüm; peki ya Vincent?

            İki yanı denizle kuşatılmış taştan köprünün-ki üstü de yanları da taşlandı-üzerinden geçerek gidilebilecek en kısa yoldan vardım dün gece cesedimi çıkardığım otele. Mönüdeki balığı ve şarabı masada bırakıp son tanıdığım insanı da attım odanın penceresinden aşağı. Artık yalnızdım ve mutlu. Bindim ilk otobüse, döndüm şehre.

            Size bir hikâye anlatacağım. Bundan sonra benden mantık dahilinde bir şey arayanların boynu altında kalsın.

            Yıllar önce bir ülkenin bir kentinde bir adam yaşarmış. Ona dair tüm yazılan çizilenler bir yana, o kimseyi ciddiye almaz, akşamları teknesine binip açıldığı denizle paylaşırmış içinde birikenleri. Adamın dedik ya bir teknesi varmış, bir kedisi ve bir de 14. yy’dan kalma kılıcı. Yalnız değilmiş kısacası. Aşkı aramış, insanca arzuların peşinden koşmuş, birkaç savaşta birkaç arkadaşını kaybetmiş, doğal afetlerde evini. Takvimlerde yıllarını kaybetmiş, aynalarda yüzündeki gençliği, karanlık bir gece yazdıklarını kaybetmiş, sabah olunca da arama isteğini. Üç beş kuruş biriktirip aldığı hırkasını kaybetmiş bir bayram günü fener alaylarını izlerken, eski bir dünya haritası varmış ta kıtalar ayrılmazdan evvel çizilmiş olan, onu kaybetmiş.

            Hikâyeye dönmek üzere yakıyorum cigaramı gecenin zifiri aydınlığına. Otel odasının penceresinden düşen kendimden başkası değildi. Yol boyu geçmişe döndüm. Geleceğe akarken zamanın tiktaklı kantantı ve akrebin vakur hüznü, ben tersinir bir tepkimenin içinden aldım yaşamıma anlam katan proteinlerin tümünü: geçmişe döndüm. İlk çocukluktan ilk aşk sızısına, ilk yazma hevesinden yırttığım onlarca sayfanın günah çıkartma ayinlerine ve anlatmak istediklerimle anlatmayı hiç düşünmediklerim arasındaki gizil ve bir o kadar da derinden oluşmuş ilişkiye…sen, sen olalı dinlememiştin böyle bir öykü biliyordum. Ben, bana beni anlatan onlarcasını dinlemiş, elimde Musa’dan aldığım asa sırtımda son yalvacın yırtılmış hırkası ve çantamda kendi kattığım anlamlardan kurduğum koskoca bir ülkenin düş-atlaslarıyla insanoğluna kendi öyküsünü anlatmaya başlamıştım. Yolun tam ortasında bir kahvaltı salonunun en dip masasında bir cigara daha söndürdüm gecenin ışıklı karanlığına.

            Dört köşeli bir beşikte geçiverdi zaman. Yalancı meme, sahici ayrılıklar ve gene yolculuklar dört köşeli otobüslerde sürüp giden.

            Kentin ışıkları beliriyordu, nefretle yaşadığım yolculuk bitecekti ve tüm sorular kendi çözüm kümesinde yanıtsızlığını sürdürecekti. Mutluydum, karanlıktı, özgürdük. Zaten değil mi ki özgürlük geceleri anlamlıdır ve nedendir ki insan geceleri kendisine yaklaşır ancak. Değil mi ki acı çekmek biraz da mutluluk ayracı ve mutluluk olmayan şeylerin en anlamlısı (Umut da öyle)! 

            Kâğıt, acı veren bir geri dönüşün hikâyesi; kalem, son heves; mürekkep, ses ve ışıkla kurgulanmış bir göstergebilim; silgi, kamu vicdanı; el, metamorfoz geçiren bir totem…

            Yastık, beyin pansumanı; yatak, altta kalan; uyku, ince belli bir bardaktan boşalan yağmur damlaları; saat, babası belli anası belirsiz bir karın ağrısı; gece, derin devlet…

            Ben, denge aleti; ömrüm, asimetrik paralel…

*          *          *

            Geldim işte, son sözü söyleyen ben olmalıyım. Son kez tartıp düşüncelerimi, son yudumla başlamalıyım ilk söze. Ben, geldim işte.

            Bir gün kıyametin eli kulağında, adamda bir rahatsızlık baş göstermiş. (Unutanlar için Cilt 3, Bap 1, dakika 55-hikâyenin sonu) paylaşmak istemiş acısını, anlatmaya çalışmış rahatsızlığını, olmamış. Herkesin bir sevdiği varmış o zamanlar, bir ailesi, bir köpeği ve özel mülkü. Herkes mutluymuş, bizimkinden gayrı. Herkes çoğulmuş.

Adam beklemiş, bekledikçe dökülmüş saçları, uzamış tırnakları, şekilsizleşmiş bakışları, çirkinleşmiş konuşmaları. Suskunlaşmış akşamları, sonsuzlaşmış duaları. Tanrıyı ararken evdeki dinden olmuş. Mutluluğu ararken çektiği güzelim acılardan, umudu bulacakken sabahları getiren zaman sayacı sancılardan. Adam, teknesini sürmüş kayalıklara, kedisini azıtmış ormanda, fırlatmış 14. yy’dan kalma kılıcını, heybetli bir dağın yamacındaki vadinin dipsiz bir çukuruna.

            Herkes birer birer azalmış, yalnızlaşmış; sevdiğini, ailesini, köpeğini, mutluluğunu, acılarını kaybetmiş her biri.

            Geriye kalan sadece selin bıraktığı mil değilmiş elbet, cesetler kalmış, umudun kapatıldığı dört köşeli kutucuklar, gözyaşlarının hapsolduğu şişeler, kimsesiz kadınlar, kimsesiz erkekler.

            ‘Ölüm’ demiş adam, ‘artık çok uzak bana, duyuyor musun gökyüzü?’. Bırakmış kendini boşluğa. Yaklaştıkça bakmış dipsiz kuyunun siyahına, dinlemiş rüzgârın uğultulu çağrısını.

            Uzaklaştıkça bir daha bakmış gökyüzünün hüzünlü mavisine ve düşünmüş ‘yaşamak, ne kadar güzel ve düş kurmak geleceğe ne kadar harikulâde..!’

*   *   *

        Telefonu meşgule aldı…yüzleşmekten kaçıyor bu gece de.

                                             RUA

 

intihar yağmurları: mart

 

göğsüme bir işaret koydum bugün

nasıl bakarsan öyle göreceğin bir im

akarak renklendirdi kanım bedenimi

her yanım kırmızıya çalıyor

gündüz gözüyle

durduramıyorum acımı kollarımla

onlar da ayak uydurdu çünkü

göğsümün kanayışına

 

ağlama hayat

seni bir sokakta atarken

çöp tenekesine

içimi kemiren belirsizlikler söyletiyor beni böyle

bir aşk bir nefret

bir kibrit çakımı gözlerinin ateşli seyri

bir göğe kaldırıyorum boynumu

bir kanatıyorum artık

kanatıyor... kan atıyor... kan

 

ağlama ömür

sancısı bitmezse sevdamızın

uykunun kollarında avuturum

kabuslarımdaki düşe çalan gerçekliği

bir ölüm bir gece yarısı

hasretin koynuna düşeyazdım,

 

düşe yazdım adını

 

bir göğe kaldırıyorum başımı

kan atıyor

damarlarımdaki çığlığı.

    rua

ion-barbu.jpg

 

 

tek hayat çok nefes

çok insan hiç sevgili

 

çok mektup hiç mutluluk

tek paket çok sigara

çok ses tek müzik

tek evren çok dünya

tek gömlek çok düğme

tek vucut çok kişilik

tek mantık çok sonuç

tek rehber hiç numara

tek çerçeve çok resim

çok cep hiç para

çok hayal hiç gerçek

tek silah hiç kurşun

çok renk hiç görüntü

çok çarşaf hiç cigara

çok istek hiç yapabilme

tek telefon çok tuş

hiç sevgi hiç sevgili

çok cümle hiç anlam

çok parmak tek iş

çok adım hiç yol

çok gülmek hiç mutluluk

tek tanrı çok inanç

çok yapı tek şehir

çok şerit tek yol

çok korku çok endişe çok gözyaşı çok hayal kırıklığı

çok yalan çok kargaşa çok karanlık çok

 

jwire.gif

canyucel-3.jpg

“KART SENSİN, POSTAL DA SANA GİRSİN!” *

 

            Kafanızı önünüze koyup alabildiğine yürümek... hiçbir engel olmadan, önüne bir şey veya bir kişi çıkacağını düşünmeden alabildiğine yürümek ve düşünmek... karanlığın içine doğru.

 

            Metropol insanlarının yapabileceği son şeylerden birisi olsa gerek bu. Akıl almaz kalabalık yollarda zorunluluktan zikzak çizerek yürümeye alışmıştır bu insanlar. Ne göğe bakabilir hissederekten, ne derin bir nefes alabilir öksürmeden. Dikkat edilmemesi gereken tek şey basılmaması gereken ayaklar ve çarpılmaması gereken omuzlardır “medeniyet” ten kelli. Buralarda kaç tane yıldız kayar geceleri hiç saymaya yeltendiniz mi? Yeltenmeye de lüzum yok zaten, sayılmaya gerek olmayacak kadar az ve tabii ki sönük; şehir ışıklarına hükmen yenik olduğundan ötürü...

 

            javiersaviola yazmıştı ekşi sözlükte; orada yapılacak 10 dakikalık bir gece yürüyüşü sağlam bir yürek ve koca bir göt ister diye. Okumuş, sevmiş ve arzu etmiştik. Orada olmamak daha doğrusu olup da o yürüyüşü yapmamak adrenalin tanrısı ulu Prozac’ a büyük bir saygısızlık olurdu.

 

            Belki de biraz zorunluluktan o yola düştük. Üzerimizde otostoptan kalma yanık acısı ve sağ başparmaklarımızda yazdan yaza baş gösteren  “otostop kası” ağrısı. Yürüdüğümüz mekan Hercules’ ün Afrodit’ i düzdüğüne, Zeus’ un defalarca otuz bir çektiğine tanık olmuş ağaçlardan ve derelerden kurulu bir orman. Ormana karşı tek avantajımız içinde on iki  tanesini bir milyona aldığımız ama sadece iki tanesinin yanımızda olduğu pillerle çalışan bir el feneri. Burunlarımız deniz kokusu arıyor, gözlerimiz karanlıktan iflas etmiş durumda, peki ya yüreklerimiz; aah aah! Yüreklerimiz birazdan içeceğimiz biralarımızın heyecanıyla coşmuş vaziyette...

 

            Ve sonunda ordayız. Frodo misali yırtıp geldik karanlığı. Huzur, mutluluk  hepsi bizimle, hep beraber halay çekiyoruz. Ve ben haddimin sınırlarıyla oynayarak işte orada yeltendim yıldızları saymaya... Ama ne mümkün! Sayılamayacak kadar çokmuş bu meretler. Aynı dünyadaki insanlar kadar, bu koca dünyada insan yerine konulmayan insanlar kadar. Bu koca dünyayı, bu delicesine yıldızları önümüze koymak için hayatlarını feda eden insanlar, kendilerini nükleer silahlara karşı Boğaz Köprüsü’ nden 30 metre aşağıya sallandıran Greenpeace’ çiler kadar, ağzının içine biber gazı sıkılan Eğitim-Sen’ li öğretmen kadar, ota boka karşıyım deyip evinde oturan lümpenlerin göt büyüklüğü kadar, yani bütün tekil ve çoğul şahıslar kadar...

 

            Tüm bunları düşünürken bir yıldız kaydı taaa yanımıza kadar; bize baktı, o görkemli sakalını kaşıdı, elindeki rakısıyla gelen Can Baba’ ydı, dünya sustu o konuştu:

 

“ Seke seke geldik

       Sike sike gidiyoruz ”

  

  • Derginin başlığını anlatan, kapsayan, içine alan, hissettiren, güldüren, düşündüren bir laf bu söylenen; al sana kocaman bir Can Yücel aforizması. Olay bir televizyon programında geçer. Duygu Asena Nazım Hikmet’ e kartpostal şairi der. E tabii karşısında Can Baba vardır. Ve sokar lafı bir efsane olacağını hiç düşünmeden. Sonra gün gelir o dağ sakallarının ardından suskun kalır. Bir elinde sigarası, bir elinde alkolü, koca yüreği ve kalın kalemiyle...

              enkidu

 

 

  

MADEM Kİ BİLİYORDUK

ÖYLEYSE NEDEN SORDUK?

 

Ömrümün orjinindeyim, seçilebilecek dört yol gördüm her biri sonsuza götürme vaadinde, hangi eksene gitsem aklım hep diğerinde kaldı.

Ümmetimin peygamberi oldum. Sevaplarını, günahlarını sıraladım, kitaplarını yazdım, ibadetlerini öğrettim, cenneti vaadedip cezbettim, cehennemi hatırlatıp bezdirdim, korkuttum. Benim cehennemim cematim oldu. Onlara öğrettiğim gibi hem yakıp hem küllerime ağladılar.

 

   Zamanın takırtısını duydum.Zamanın bir parçasısın dendiğinde akrep, yelkovan oldum. Zaman ilerledikce akrep ile yelkovan hep üst üste kaldı. Yel-kovan akrebi gizledi, yel-kovanın gücü onu tamir edip kendince düzeltmek isteyen saatciye yetmeyince altında gizlediği akrebin iğnesiyle tanıştı, içimdeki vahşetin adı saatcinin kanı.

 

    İlk insan oldu, elmaydı son yediği ve sindiremeden dünya oldu. Son insan elma ağaçlarının arasında doğdu, başkalarının günah bahçelerinde boğuldu.

 

    O delinin attığı taşın yankısı bugün duyduklarımız. En çok rahatsız eden ses sessizliğimizdeki bir tıkırtı artık. Bedellendirilmiş öykülerimiz var, yaşamlarımız. Bir (+) bir (-) . O sıfırdan başlayıp sıfırın tam merkezinde durup o koca sıfırı göremedik. Okuduk, teknolojiler türettik, kaşifler yaratıp yaşamın sınırlarını bulmaya keşfetmeye başladık. Yaşamın sınırlarının eğrisel olduğunu farkettik. O sınırları biz keşfettikce bir çembere benzediğini söyledik, Birkaç zaman sonra kaşiflerimiz bize çıkan sınırların tam bir çember olduğunu söyleyip içinde bizde varız dediler, keşif bitti, hapsolduğumuzu keşfettik. Kaşiflerimizi öldürdük. Sınırın içindeki kendimize, biz dışında herşeyin bir rijitlikde olduğu yalanını söyledik. Ve üsteledik üsteledik üsteledik ki hala yaşıyoruz ya işte deme kudretinde kalabildik

 

     Şimdi peygamberin ümmeti ateist oldu, yelkovan yel oldu, akrep kendini soktu, orjin eksende sonsuz yönlü ilerlerken sonsuz oldu, şimdi o delinin attığı taşın yankısı çok daha tiz, o ilk insanın yediği son elmayı elma bahçelerinde doğan son insan çoktan kustu o günahın acı tadıyla kusmuğunda boğuludu.

 

    Her biri büyüdü insana benzer insan oldu.melodi başlıyor...

Melodinin tınılarında şifrelenmişti onları insandan farklı insana benzer insan yapan şey. Melodinin tın’ıları hep aynı tın’da kaldı. Melodinin tek bir tın’ı vardı. Tın’ı ları yaratan tın’ın ekosu oldu.

 

    Sonra eko anlattı ki;

 

     Mutluluk sahip olunan birşey değildir, neyi istediğini bilmekten ibaret bir kesinliktir sadece...

 

   Öyleyse ömrümü neye vermem gerektiğini bulmam bilmem gerekliliğini taşıyarak mı geçebilirim bu altın kafesin mutlu olabileceğim kapısından? Her yerin altın görünmesine yeter mi sükutluğu? Doyar mı mutsuz mide?

 

    Eko son öldürücü darbesine hazırlanır. Kendisini duyurabilmesi için çarparak ses olacak, şiddet olacak birşeyler ararken bir duvarda patladı eko;

 

    Umut yeryüzünde insanların muhtaç olduğu en büyük yalandır...

   Gerçeğini şarabın kızılı, kanın kokusu, dumanın esrarı ile yazdı duvara. Gerçeği ilan, umudu yok etti. Ve bu işte kendisine olan güveni boş şarap şişelerinde biriktirdiği zıvanalardan daha fazlaydı.

                                 

                        che_mist

 

 

 

 

SONSUZLUĞUN MELODRAMI

 

Kendime efsaneler yaratabilirim: daha küçükken başladım büyük düşünmeye, meni nedir bilmeden sevişmeye başladım, sevgi nedir bilmeden âşık oldum, aramak nedir bilmeden yolculuklara çıktım…

ece kadife bir siyah, yıldızlar     da onun üzerinde desen. Bir camın tuzla buz oluşu başlangıç zilini çaldı. Yeni bir rüyadan uyandım, gece göz-lerimi kamaştırıyor. Kollarımı açmış var gücümle koşuyorum. Boynumda çap-raz asılı çanta her adımda uyluğumu tokatlıyor ama hızımı kesemiyor. Ce-ketim yelkenli görevini görüyor esen rüzgârda. Zaman ne kadar yavaş akı-yor, fark ettin mi? Kellesini engizisyona vermeye hazır bir kahraman gibi da-ğıtıyorum kırılgan geceyi. Her bir ses benimle geliyor, çantama giriyor ve yolculuğa hazırlanıyor. Not defte-rimden zorunlu bir açıklama: kemerle-rinizi sıkı sıkıya bağlayın, yola çıkıyo-ruz. Yanına zaman’ı alan varsa hemen durdursun. Çünkü yolculuğumuz bo-yunca gözlerimizi asla açmayacağız!”

 

“Şehrin sana en yakın olan kısmın-dayım. Bulunduğum alandan sana bir işaret fişeği gönderiyorum. Yaka-la onu, yak ve yüzüne tut. Geceye yansısın. Suretin aydınlatsın geceyi. Belki rüzgâr da kesilir. Böylece üşü-mez gözlerim. Ki gözlerini kolayca seçebilirim.”

 

“Asfalt damarlarımda akıyor. İki aya-ğım da aynı anda dokunmuyor yere. Biliyorum bir süre sonra kasılacak vücudum. Zihnim hiçbir şiiri hatırlama-yacak. Hatırladıklarını da yalanlaya-cak. Yok sayacak tarihi; kum saatinin kendi işini kum tanelerine bıraktığı gibi.”

 

“Karşımda bir kapı var.  Hani  uzanıp açsam, yüzün belirecek gibi. Cesaret edemiyorum. Kapının koluna bile sinmiştir sıcaklığın. Metal iletir ısıyı. Ya vücudum? O iletemez. Hapseder içine. Gözlerim de kamaşır, ıslanır. Hele tenim!”

 

“En yüce tepeler karanlığa rağmen seçiliyor ve şu an  ayaklarımın altında, iki parmağımın arasına sığıyor. Kum tanelerini saçıyorum etrafa. Geçtiğim yerlerde başlıyor hayat. Biraz sonra göreceklerim son hazırlıklarını yapıyor, gördüklerimse yorgun argın ziguratla-ra gidiyor…Bu çağda ziguratlar ne arıyor? Nerde kiliseler, sinagoglar, ca-miler ve diğer boşalımhaneler?...Yok-sa tarih hâlâ başladığı yerde mi?..Üç boyutlu yanılsamalarla mı avutuyorlar bizi? Gerçeğe ne oldu? Yaşama?..Şu ana? Hani tarih tahrifattan ibaretti? Tarih…yok ki!”

 

 “Zamansızlığın, tarihsizliğin

                atlaslarından geçsem

                yakalarım seni..

  gözlerine ışık yaksam,

                ışık yansısa gözlerine,

yüzüme gelse                               suretime bulaşsa

 ama illâki yansısa, yanılsamasa!...”

 

“Bir keman sesi dans ediyor kulakla-rımda. Beni sana çağırıyor. Sorsalar bana, deseler ki o kim? O, bir avuç su, kutuya hapsedilmiş güneş, tepside sunulan bir tabak ay, gözlerimde parlayan yıldız…”

 

“…”

 

“Her gün yazmak bana göre değil. Tıpkı hayat gibi. Her ikisine de ait değilim. Bir nilüfer gibi. Belki de o yüz-den bir adım sonramdaki boşluğu ar-zuluyorum. Sonumu sonsuzlaştırmak istiyorum. Rüzgârları kanatlarıma takıp

süzülmek boşluğuna…Yerçekimi son-suzluğa yenilsin, sonsuzluk  bir  duman olsun!...Sonsuzluk kanatamayacak ar-tık beni. Yaralarımı güneş yakacak, bir avuç su hayat verecek, ay kendi-ne çekecek, yıldızlar…işte belki onlar kanatabilir beni...”

 

“Seni bekliyorum. Boşluğumla, yor-gunluğumla…gözlerimdeki her damla senin sesine bulaşacak. Yankılar gerçek olacak. Çünkü onları sadece sen ve ben duyacağız.”

 

“Bulutlar dayanamıyor davetsiz misa-firliğime. Bana en çok kızan bulut yumruğunu sallıyor ve bir diğerine isabet ediyor bu yumruk. Âni bir şimşekle kendimi yere kapaklanmış buluyorum. Durmamalıyım. Kaskatı kesilen vücudumu harekete geçirip koşmaya devam etmeliyim. Çanta umrumda değil. Şahidi olmayan bir efsane değil mi bu? Saçlarımı bile tek tek yolmalıyım, hızımı kesmemeli. Rüzgârı duymamalıyım. Kulaklarım cebimde. Gözlerimi geceye emanet ettim. Yeter ki asfalt damarlarıma girsin tekrar, yüzümde hissetmeyeyim. Ayaklarımı kim zincirledi? Onlar bana lâzım. Sessizlik bir ur gibi yayılmalı geceye. Sadece ben..ben seslenme-liyim kıtalara. Sesim de sessizlik olmalı.”

 

“Sessizliğini duyuyorum. Geceyi.. karanlığını..yıldızların bile yanıp sön-mesini..bir de şişeyi..”

 

“Bir şişenin sesini duyuyorum. Kulakla-rımı cebimden çıkarıp yerine takıyo-rum. Hayır, hayır yanılmamışım. Şişeden sıvı damlıyor idrar akışkan-lığında. Gözlerimi almak için uzanı-yorum geceye ama olmuyor..engeli yokluyorum: sayısını hâlâ net olarak bilemediğim soğuk demir..parmaklık. Elimi geri çekiyorum, arasından uzanıp gözlerimi açmamak için.”

                              oyuncu

borisiav-stankovic.jpg

Aforizma Dergisi: che_mist, enkidu, oyuncu, rua... 2004-2006
Aforizma Dergisi: rua... 2006- ...

bize yazmak isteyenler için e-posta adresimiz: aforizmadergisi@mynet.com