KÜRESELLEŞ(TİRİL)EN “SEYİRCİ”
Ey seyirci!
Veya sen artık seyirci değil de «izleyici» misin?
Günümüz
görsel medyasında artık sık sık karşılaştığımız
bir kavram «izleyici»lik. Her ne kadar bu kavram bize sıradan gelse de bunu icat edenlerin bilinçli bir tercihi olduğunu
anlatmak üzere bu yazı kaleme alındı. Bu yazıyı okuyanların da aynı yanılsamaya düşmemesi
için bir uyarı niteliği taşımaktadır.
«Seyirci» kelimesinin edilgen bir kılıfa
büründürülmüş halidir «izleyici». Yaşadığımız hayata sorgulayan bir yorum ve perspektifle yaklaşmamızı
engellemek isteyenlerin bilinçli bir tercihidir. Çünkü «seyirci»lik yaşadığımız sürece müdâhil olabilmemize
karşılık gelir.
“Brecht de, epik tiyatrosuyla, seyirciye
bu uyarıyı yapıyordu: Seyretmek de oyunun bir parçasıdır; hazırlıksız seyredersen
oyun sana egemen olur, sen oyuna değil!” Peki bugünün seyircisi neleri seyrediyor?
İletişim araçları üzerindeki egemenlik
kime aitse onun borusu ötüyor. Hangi programı hangi gözle izleyeceğimiz yine o egemenler tarafından tayin ediliyor.
Hele ki şu süreçte, vahşi kapitalizmin bir başka dönemi, küreselleşme, ile yaşamımız tam
bir kuşatma altında, hayallerimiz ipotek edilmiş. Rüyalarımız Seymen Ağa gibi “Asmalı
Konak”ta yaşamak ya da “Çocuklar Duymasın”da Havuç’un cep telefonuna kavuşabilmesi
üzerine kurgulanmış. Çünkü biz artık «izleyici»leştirildik. Bunun başarıya ulaşıp
ulaşamaması üzerine önce «denek» olduk, şimdi hepimiz birer «izlek»iz.
İmajlarımız,
altın gollerle bizi futbolda dünya 3.’sü yapan futbolcuya veya daha kişilik gelişimlerini tamamlayamayan,
kendini-kaba kuvvete varan-kavgalarla ifade edebilen ve de en vahimi dikizlenmekten hoşlanan birkaç soytarıyı
bir araya getiren programa göre şekilleniyor. Çünkü kapitalizmin tavrı net: ya benim istediğim gibi olursun
ya da erir gidersin.
Aslında bu tavra karşı kimse direnemiyor
veya direnmek istemiyor. Gerçi kaçımız bunun farkındayız ki?
“Guy Debord’un «Gösteri Toplumu»
adlı
kitabında...dünya ölçeğinde egemen güçlerin
küreselleşme sürecinde kendilerini meşrulaştırmak ve sömürüyü maskelemek için kullandıkları
bir teknik, bir araç olarak değerlendirilmiştir «gösteri»” Çünkü gösteri iletişim kurmaz, sadece iletide
bulunur. Ama bunu yaparken sahte bir iletişim, diyalog ortamının varlığı izlenimini oluşturur.
Oysa gösterinin kendi eklektik bütünlüğüne aykırı olacak hiçbir sesin, gösterinin içinde yer almasına
izin vermez. Seyircinin algısının biçimini, hızını, derinliğini değiştirir, bozar.
Çünkü gösterinin en temel yöntemi yanılsama (illüzyon) yaratmaktır.” Çünkü her zaman bizim adımıza
karar veren, bunları uygulatan ya da beğenilerimizi «güzel»imizi belirleyen birileri var.
İzlediğimiz dizilerdeki karakterler o kadar yakın ki bize, hep bizi anlatıyorlar: bizim mahallemizde
geçiyor tüm olaylar, bizim düşündüklerimizi düşünüyorlar, bizim acılarımızı yaşıyorlar...yoksa
biz mi onların istediği gibiyiz artık, yani birilerinin diziler için kurguladığı yaşamları
mı yaşıyoruz?
O karakterler o kadar uzak ki bize, parasız eğitim istediğimiz, yaşanabilir bir dünya arzuladığımız,
üzerlerine bombalar yağdırılan insanların çığlığıyla içimiz acıdığı
zaman yalnızız, onlar yanımızda yok! Şafakla birlikte ucuz ekmek sırasına girenler, bu
sistemin kurguladığı yaşamda, asla “Asmalı Konak”ta yaşayamayacak, “Hayat
Bilgisi”nden hep sınıfta kalacaklar! Çünkü biz onlara yabancıyız. Biz bu dünyaya yabancılaş(tırıl)mışız.
Ey izleyicileş(tiril)miş «seyirci»: ne mi yapacaksın? Doğadaki «herşey»in özünde değişme
ve değiştirme gücünü barındırdığını unutma! Bu «herşey»in içinde sen de varsın!
oyuncu
ROGER WATERS SÖZ İSTİYOR
“Welcome my son
Welcome to the
machine”
Kendi
sessizliğimi dinliyorum, sesim melodisiz bir şarkıyı andırıyor.
Sessizliğim sokak ortasındaki bağırışlar kadar kısık, sinmiş. Oysa beynimin içindeki
şarkılar, melodiler, tınılar bir marş edasında gürlüyor. Ama bu şarkıyı söyleyecek
bir “ben” yok.
Kafanızı
kaldırıp sokağa bir bakın. Bir sürü insan ritmik adımlarla bir yerlere gidiyor. Bu kadar insanın
gittikleri yerin bir adı var mı?.................. cevap sütunu yine boş. Atılan adımlardaki boşluklar
cevap sütunlarına yansıyor.
Herkesin
adı belli, kimliği, statüsü, duyum-sadıkları ve de ne yazık ki aşkları bile belli. Oysaki
bu “yaşam”a en çok direnen her zaman o olmuştur, olmuştu..... ve yine bir di’li geçmiş
zaman!
Şimdiki
zamanlarımız komada, gelecek zamanlarımız ise çoktan katledilmiş. “Anlatılan senin hikâyendir” demiş
şair; gerçekten öyle mi acaba? Bu hikâyenin anlatıcısı kim? Yoksa biri bize yine masal mı okuyor? Artık hikâyelerimizi biz
yazmıyoruz. Yazılan hikâyelerin oyuncularıyız hepimiz. Sahnede etrafa başı boş ba-kıp,
“anlamlı” replikler atmaya çalışan sonbahar mevsiminin çocuklarıyız biz.
Eskiden insanlar aşklarının
adını kol saatlerinin kayışına tırnaklarıyla kazırlarmış, şimdi insanlar
aşklarını okul tuvaletlerine “kazıyorlar”. Yani artık aşklarımızın
mevsimi de sonbahar.
Artık aşklarımızın
üstüne asit yağmurları, insanlığımızın üstüne ise bombalar yağıyor.
İçine kendimize dair bir şeyleri
koyabil-diğimiz kadar mutlu olabildiğimiz bu yaşamda; hep başkalarının dediklerini yapıp
başkalaşarak, kimi zaman adımızı bile unutarak “yaşayan” talihsiz in-sanlarız
hepimiz. Talihsizliğimizi bile kendimiz gibi yaşayamayan...
Sözcükleri anlamlandırmaya çalışan,
anlam-landırdığını sandığı sözcüklerde bile kendisi ola-mayan...
Hayatını devamlı bir
şeylere adayan, adadık-ları bu rollerin metnini bir kere bile okumamış olan...doğal olmaya çalışan,
doğallıklarında boğulan...
Yaşam doğal bir makine.
Bizler de bu doğal makinenin doğal parçaları. Yağlandıkça sevinen, yağımız bittiğinde
ise melânkolikleşen, hüzünlenen sonra da krizlere giren.
Belki de bu makineye karşı
gelmenin bir yolu vardır. Belki de bu makineye epik oyunculuk-larımızla karşı gelebiliriz. Yıllardır
hiç bıkmadan, usanmadan oynadığımız bu “doğal” insan rolüne yabancılaşarak,
oynanan bu oyunun perdelerini ken-di ellerimizle indirebilir, ışıkları hiç kapatmadan adını
bizim koyabileceğimiz bir oyunu yazabiliriz. Oyunun adını da “Hoş geldin İlkbahar” koyabiliriz.
Yani uzun lâfın kısası
artık mevsimleri de-ğiştirmenin vakti. Artık şarkılarımız çoksesli, söz-cüklerimiz,
aşklarımız ve insanlığımız ilkbahar ta-dında olmalı.
“Makineleşen dünyada duyguları
topla-manın” heyecanını duyabilmeli, zurnayla caz yapa-bilmeli, halayımıza distortion’
ı katabilmeliyiz.
Aşklarımızın,
insanlığımızın üstündeki per-deleri kaldırmalı, hepimiz birer Erkan Oğur olup, bütün
gitarları perdesiz yapabilmeliyiz. Bir kuş mi-sâli parmaklarımızı özgürce dolaştırabilmeliyiz
klavyenin üzerinde.
Ve artık hiçbirimiz şarkı
dinlememeli, hepi-miz şarkı söylemek istemeliyiz...
... der Roger Waters ve söz ister;
“Şarkıyı değiştirmenin vakti geldi.
Welcome my son
You say GOODBYE to the machine”
enkidu
KÜRESELLEŞTİRİLEMEDEN
“Efendi kölenin yarattığı birşeydir. İtaat sona ererse, efendilik
de sona erer...”
Max Stirner
Ne ekmek, ne su, ne
de aşk. Sizce özgürlük olmadan bunların hangisi var olabilir? Var olsa da hangi biri gerçekten tutsak bireyin isteyebile-ceği
ölçüdedir? Bundan değil midir ki hücresinde bedeni tutsaklaştırılmış içerdeki adamın ölüm
orucu (≡ölüme kendi kararıyla açlıkla gitmeyi tercih etmek kalmışlığı, özgürlüğü
sadece burada bulduğundan mıdır? Bu tercihi).
Peki
ya tutsak topraklarda özgür bireyler var olabilir mi? Galiba olamadığındandır artık kahra-manların
ölü doğması! Tutsak beyinler özgür top-rakları, özgür aşkları, özgür bireyleri mi yarata-bilecekler!!
Beyinlerimiz
tutsak. Hangi birey tutsaklığı görüp, kalemi eline alıp sayfalarca küreselleşmeye kusamıyorsa
en tutsak o’dur.
Aslında
hemen hepimiz zarla zorla ıkına ıkına içimizden çıkartabildiğimiz sadece “Küresel-leşmeye
karşıyım” diye bir ses. Bu kadarını diyebi-len, bireyin tutsaklığından ötürü.
Yani daha bir fark-lı ifadeyle; nasıl ki ‘tanrıya inanmamaktan daha kötü bir şey, tanrıya inanmaktır..’
Bir
kısım aydın, düşünür, entel-dantel, profesyonel köşe yazarları ise her zaman ve her konudaki
yaklaşımlarının lakırdısındalar gene (küreselleştirilmiş tutsak kalemlerden çok
bir şeyler beklemek baştan bir hata olurdu zaten); çok söz, çok sorun, çok tespit, çok yaklaşım, bir cümlelik
ya olan ya da olmayan kurtuluş. Boğdururlar dinleyeni, okuyanı sanki bizim bilmediğimiz ölümler, tutsaklıklar,
açlıklar getiren küresel denizlerdeki 1 drajelik kurtuluş olmayan 3-5 kelimelik çözüm cümleleri can simidimiz olmadığından.. Kurtuluşumu arıyorum, özgürlüğümün pe-şindeyim. Başka
bir toprak parçasına gidip özgürlü-ğümü bulabileceğime inanmıyorum. Çünkü dünyanın tüm toprakları
ve de denizleri tutsaktı. En kolay yolun ayağımın bastığı toprakların özgürleştirilmesinde
buluyorum. Ama önce beynimi bu tutsaklıktan kurtarmalıyım. Beynimi tüm küresel ve toplumsal uyarımlara
kapatıyorum artık. Gördüğüm, New York’un 13. caddesinde bile yürürken gördüğüm, yüzlerce insandan
sadece birkaçı. O insanlar çöpleri karıştırıp açlıklarını gideriyorlar sadece (yarınki
açlık endişelerini değil). Gözümün gördüğü reklâm panoları, tabelalar, dükkânlar, bankalar değil
artık. Bir ağaç görebiliyorum az ötede, herzeye direnebilircesine onlarca yıldır bu köşede kalmayı
başarabildiği kesin. Köşe başında bekleşen fahişeler yok artık. Büyük bir tenhalıktayım
etrafta çok az insan ve bina var. Bir çocuk otostop çekiyor galiba yüz metre kadar ilerde. Gerisini görmüyorum. Bu bir düş
değil, bu kadar kolay olabilir miydi? Alışıyorum, içimde hemen hiçbir tedirginlik yok gibi. Bir soru geliyor
gene bu özgürlüğe ve kolaylığa alışamamış olan beynime. Peki beni görebilen var mıydı
etrafta, sesimi duyabilen? Yalnız kalma korkusu muydu bu acaba, oysaki düne kadar her gün toplum içinde o tonlarca insan
arasında sıkışan yalnızlığıma rağmen? Aniden başkalarının iyiliğini
isteme toplumculuğum, aşmış kişiliğim mi tutmuştu? Beş dakika öncesine kadar değil
toplum benden başka tek bir insanın mutluluğu bile beni ilgilendirmezken...İnsanın doğası
gereği olan bir şey miydi bu (ne garip insan doğası tüm gerçek doğayı yok edebilmişken
kendi doğası!!), tanınmamak, bilinmemek, görünmemek, önemsenmemek, yalnız kalmak. Bağırıp
çığlık atsam birileri beni duyabilir miydi? Birilerinin beni duyamayacağına emin olmadan bağırabilir
miydim peki? Çekinebilirdim belki, işte gene bir toplumsal kaygı, ama yakaladım onu ve de fark ettiğim
şu ki bunları da ben yaratıyordum. İşte çözümümü buldum galiba..
Artık bir yerden başka
bir yere giderken pasaport almak zorunda değilim, her istediğim yere gidebilirim, sınırlar yok artık.
Gördüğüm uçsuz bucaksız tel örgülerle çevrilip hapsedilmemiş topraklar, ağır silahlarla donatılmış
savaşan gemilerin kuşatamadığı sınırsız denizler. Çantamdan haritamı çıkartıp
bakıyorum 87 farklı renge bölünmüş yazılarla donatılıp isimlendirilmiş, sahiplenilmiş
o kağıt parçasını görmüyorum. İki renk var artık, biri mavi diğeri kahverengi...
İşte küreselleştim,
hem de gerçekten küreselleştim, kutuplaştıranların hiç de işine gelmeyecek şekilde. Ama toprak
katili, deniz katili, insan katillerinin korktuğu düşlerine bile tahammül gösteremeyip çıldırtacak şekilde
küreselleştim. Ben küreselleştirilemedim, ben küreselleştim. Ben küreselleştirilmelere karşıyım,
küreselleşmeden yanayım. Öyle ki artık Kuzey Kutbu’ndan akan nehir Güney Kutbu’ndaki çatlamış
can çekişen topraklara, ağaçlara ve çocuklara kavuşabilecek, yüz milyon yıllık hasrete kalmış
sevgilisi gibi. Nereye isterse oraya, tek yönlendiricisi rüzgâr olan özgür bir yelkenli gibi, rüzgâr hangi kıyıya
iterse oraya. Artık bu nehrin önünü kimse kesemeyecek, barajlar kurup sahiplenemeyecek. Tüm ırmağı kimse
ve hiçbir güç kendi tarlasına çeviremeyecek, yönlendirilemeyecek ben gibi. Kendisinin yarattığının
farkına varıp yaratmaktan, biat etmekten vazgeçen ben gibi. İtaati bırakıp efendisini yok eden köle
gibi... Fontomara’da ki ırgat Berardo gibi.
Artık onların küreselleşmeleri
yok. Çünkü bu işin adı küreselleşme değil. Mevcut sınırları sadece kendi yaptıkları
tek yönlü petrol, gıda, para, refah, kültür, zevk, alışkanlık, moda geçmesine izin vererek insanlığı,
doğayı, dünyayı kutuplaştırmalarının adına küreselleşme demiyorum ve yok sayıyorum.
Ve merak ediyorum hangi ibne abrigation ve sağlam MAI bunu açıklayabilir, örnekler vererek pragmatizmci yaklaşımlar
yaparak konuya devam etmek de istemiyorum..
Artık tüm erkekler, Iraklı,
Afgan, Türk... vs. aynı kadına ‘Demi More’a aşık edici ortak beğeni kültürüne sahip değiliz.
Aynı patates kızartmasını sevmeyebiliriz yani bir köfte beğendirilişine tutsaklığım
yok artık.
Marx’ın bir sövlencesi
vardı zihnimde kalan; “Toplum bireylerden oluştuğundan....”≠ bireylerin oluşturduğu
toplum... Keşke zamanında Marx da dediği söze inansaydı da yarattığı tektipleştirme
marangozhanesi olan toplum kavramının altında kalıp boğulup o da herhangi bir birey olarak kalabilseydi. Kendini bu kadar toplumun yönlendiricisi, toplumun yerine düşünen bir bilge,
toplum dediği kavramın iyiliğini o toplumdan daha çok isteyen bir peygamber, bir tanrı olmasaydı...
Kısacası buna karşılık eğer isterse bireylerin bir araya gelerek bir komünel birliktelik modeliyle,
belirlenenin değil belirleyicinin birey olduğu bir topluluk oluşturulabilineceğine inanıp, topluma
değil bireylere en fazla saygı gösterebilirim.
Yani sağcısıyla, solcusuyla, Marxistiyle, kapitalisti, emperyalistiyle topyekün yapılan bilinçli
ya da bilinçsiz bu küreselleşme adını taktıkları kutuplaşma zincirinin halkası olan buna
zemin ve lideri reddederek zihnimin tutsaklığını kırıyorum ve kendimi özgürleştirecek en
büyük adımımı atıyorum. Her bir bireyin kendi özgürlük zaferiyle yenileceğine inandığım
bu küreselleşme ve kapitalizmin panzehiri her bireyin kendi renginde kalıp kendisini toplumun tadından, zevkinden,
kurum ve kurallarından, öngördüğü aşklarından, inançlarından ve dininden uzaklaştırabildiği
kadar kendisine yaklaşabilecektir. Aksi halde hepimiz şizofren ruhlarız. Yani kişilik (şizo), yarılması
(fren) ve hepimiz şizofrenken gerçekte kendi kalıp kişilik yarılmasına uğramayan güçlü ruhları
hasta, şizofren ilan etme yanlışından çıkamayacağız.
Ve sevdiğim artık o yalan
güzelliklere bakıp gülen gözlerim yok benim. Arık o gerçekleri gören şaşkın, donuk gözlerin anlamlı
coşkusu var bakışlarımda. Aramızdaki o yalan, sahte köprüleri bir bir yıkıyorum şimdi.
Ve o derin uçurumların ürpertisi, güçlülüğü ve gerçekliğindeyim. Sana gelmek için uçurumlardan her gün atlayıp
tüm o sahtelikleri yok eden ben. Ki o sahte köprülerse beni sana getiren, nasıl onları yok edebildiysem. Varsa eğer
bende de tek bir zerre sahtelik bu uçurumlardan aşağı çakıldığımda sadece o sahteliklerin
yok olup sana özümle sadece gerçek ben ve yanımdaki gerçek aşkımla gelebilmek için....
Ve dirilip sana seslendiğimde ;
Gözlerimden ruhuma, gördüğüm güzellik
yürür
Çatlamış toprağa yürüyen su
gibi
Öfke ve inanç dolu insanların meydanlara
yürümesi
gibi
Bir bebeğin ilk adımları gibi
Bir yağmurda,
Orman sığınağının
koridorunda atılan
Toprak kokulu,
Hışırtı duyulu
Voltalarım gibi.....
Bir şeylere yetişmek için atılan
hızlı adımlardaki gibi.
Ve sevdiğim; sen her şeydeyken seni
arayan sana koşturan
An’ımın en güzel yarınlarıma
yürümesi gibi....
Kurtuluşum sendedir. Ya tutsaklığı
kabul et; biraz ekmek, biraz su, biraz aşk...ya da özgürlüğünü ilân et. Kurtuluş içinse ya tutsak halklar gibi
tanrıdan bir lider, kurtarıcı, peygamber göndermesi için dua ederek bir ömür geçir. Ya da içinde, ruhunun derinliklerindeki
Zerdüşt’ün buyurmasına bir kez izin ver.
che_mist
|