aforizma

2.SAYI

ana sayfa
3.SAYI
2.SAYI
1.SAYI
4.SAYI
Sizden Gelenler
Yazarlar
Bize Ulasmak Icin
Dost Linkler
Resimler

“İlle de  KÜRESELLEŞME diyenlere…”

afokapak2.jpg

jwire.gif

KÜRESELLEŞ(TİRİL)EN “SEYİRCİ”

 

Ey seyirci! Veya sen artık seyirci değil de «izleyici» misin?

 

Günümüz görsel medyasında artık sık sık   karşılaştığımız bir kavram «izleyici»lik. Her ne kadar bu kavram bize sıradan gelse de bunu icat edenlerin bilinçli bir tercihi olduğunu anlatmak üzere bu yazı kaleme alındı. Bu yazıyı okuyanların da aynı yanılsamaya düşmemesi için bir uyarı niteliği taşımaktadır.

 

            «Seyirci» kelimesinin edilgen bir kılıfa büründürülmüş halidir «izleyici». Yaşadığımız hayata sorgulayan bir yorum ve perspektifle yaklaşmamızı engellemek isteyenlerin bilinçli bir tercihidir. Çünkü «seyirci»lik yaşadığımız sürece müdâhil olabilmemize karşılık gelir.

 

            “Brecht de, epik tiyatrosuyla, seyirciye bu uyarıyı yapıyordu: Seyretmek de oyunun bir parçasıdır; hazırlıksız seyredersen oyun sana egemen olur, sen oyuna değil!”  Peki bugünün seyircisi neleri seyrediyor?

           

            İletişim araçları üzerindeki egemenlik kime aitse onun borusu ötüyor. Hangi programı hangi gözle izleyeceğimiz yine o egemenler tarafından tayin ediliyor. Hele ki şu süreçte, vahşi kapitalizmin bir başka dönemi, küreselleşme, ile yaşamımız tam bir kuşatma altında, hayallerimiz ipotek edilmiş. Rüyalarımız Seymen Ağa gibi “Asmalı Konak”ta yaşamak ya da “Çocuklar Duymasın”da Havuç’un cep telefonuna kavuşabilmesi üzerine kurgulanmış. Çünkü biz artık «izleyici»leştirildik. Bunun başarıya ulaşıp ulaşamaması üzerine önce «denek» olduk, şimdi hepimiz birer «izlek»iz.

 

İmajlarımız, altın gollerle bizi futbolda dünya 3.’sü yapan futbolcuya veya daha kişilik gelişimlerini tamamlayamayan, kendini-kaba kuvvete varan-kavgalarla ifade edebilen ve de en vahimi dikizlenmekten hoşlanan birkaç soytarıyı bir araya getiren programa göre şekilleniyor. Çünkü kapitalizmin tavrı net: ya benim istediğim gibi olursun ya da erir gidersin.

 

            Aslında bu tavra karşı kimse direnemiyor veya direnmek istemiyor. Gerçi kaçımız bunun farkındayız ki?

 

            “Guy Debord’un «Gösteri Toplumu» adlı

kitabında...dünya ölçeğinde egemen güçlerin küreselleşme sürecinde kendilerini meşrulaştırmak ve sömürüyü maskelemek için kullandıkları bir teknik, bir araç olarak değerlendirilmiştir «gösteri»” Çünkü gösteri iletişim kurmaz, sadece iletide bulunur. Ama bunu yaparken sahte bir iletişim, diyalog ortamının varlığı izlenimini oluşturur. Oysa gösterinin kendi eklektik bütünlüğüne aykırı olacak hiçbir sesin, gösterinin içinde yer almasına izin vermez. Seyircinin algısının biçimini, hızını, derinliğini değiştirir, bozar. Çünkü gösterinin en temel yöntemi yanılsama (illüzyon) yaratmaktır.” Çünkü her zaman bizim adımıza karar veren, bunları uygulatan ya da beğenilerimizi «güzel»imizi belirleyen birileri var.

 

            İzlediğimiz dizilerdeki karakterler o kadar yakın ki bize, hep bizi anlatıyorlar: bizim mahallemizde geçiyor tüm olaylar, bizim düşündüklerimizi düşünüyorlar, bizim acılarımızı yaşıyorlar...yoksa biz mi onların istediği gibiyiz artık, yani birilerinin diziler için kurguladığı yaşamları mı yaşıyoruz?

 

            O karakterler o kadar uzak ki bize, parasız eğitim istediğimiz, yaşanabilir bir dünya arzuladığımız, üzerlerine bombalar yağdırılan insanların çığlığıyla içimiz acıdığı zaman yalnızız, onlar yanımızda yok! Şafakla birlikte ucuz ekmek sırasına girenler, bu sistemin kurguladığı yaşamda, asla “Asmalı Konak”ta yaşayamayacak, “Hayat Bilgisi”nden hep sınıfta kalacaklar! Çünkü biz onlara yabancıyız. Biz bu dünyaya yabancılaş(tırıl)mışız.

 

            Ey izleyicileş(tiril)miş «seyirci»: ne mi yapacaksın? Doğadaki «herşey»in özünde değişme ve değiştirme gücünü barındırdığını unutma! Bu «herşey»in içinde sen de varsın!

 

oyuncu

jwire.gif

ROGER WATERS SÖZ İSTİYOR

 

“Welcome my son

Welcome to the machine”      

 

Kendi sessizliğimi dinliyorum, sesim melodisiz  bir şarkıyı andırıyor. Sessizliğim sokak ortasındaki bağırışlar kadar kısık, sinmiş. Oysa beynimin içindeki şarkılar, melodiler, tınılar bir marş edasında gürlüyor. Ama bu şarkıyı söyleyecek bir “ben” yok.

Kafanızı kaldırıp sokağa bir bakın. Bir sürü insan ritmik adımlarla bir yerlere gidiyor. Bu kadar insanın gittikleri yerin bir adı var mı?.................. cevap sütunu yine boş. Atılan adımlardaki boşluklar cevap sütunlarına yansıyor.

            Herkesin adı belli, kimliği, statüsü, duyum-sadıkları ve de ne yazık ki aşkları bile belli. Oysaki bu “yaşam”a en çok direnen her zaman o olmuştur, olmuştu..... ve yine bir di’li geçmiş zaman!

Şimdiki zamanlarımız komada, gelecek zamanlarımız ise çoktan katledilmiş.

“Anlatılan senin  hikâyendir” demiş şair; gerçekten  öyle  mi  acaba? Bu  hikâyenin  anlatıcısı kim? Yoksa biri bize yine masal mı okuyor? Artık hikâyelerimizi biz yazmıyoruz. Yazılan hikâyelerin oyuncularıyız hepimiz. Sahnede etrafa başı boş ba-kıp, “anlamlı” replikler atmaya çalışan sonbahar mevsiminin çocuklarıyız biz.

Eskiden insanlar aşklarının adını kol saatlerinin kayışına tırnaklarıyla kazırlarmış, şimdi insanlar aşklarını okul tuvaletlerine “kazıyorlar”. Yani artık aşklarımızın mevsimi de sonbahar.

Artık aşklarımızın üstüne asit yağmurları, insanlığımızın üstüne ise bombalar yağıyor.

İçine kendimize dair bir şeyleri koyabil-diğimiz kadar mutlu olabildiğimiz bu yaşamda; hep başkalarının dediklerini yapıp başkalaşarak, kimi zaman adımızı bile unutarak “yaşayan” talihsiz in-sanlarız hepimiz. Talihsizliğimizi bile kendimiz gibi yaşayamayan...

Sözcükleri anlamlandırmaya çalışan, anlam-landırdığını sandığı sözcüklerde bile kendisi ola-mayan...

Hayatını devamlı bir şeylere adayan, adadık-ları bu rollerin metnini bir kere bile okumamış olan...doğal olmaya çalışan, doğallıklarında boğulan...

Yaşam doğal bir makine. Bizler de bu doğal makinenin doğal parçaları. Yağlandıkça sevinen, yağımız bittiğinde ise melânkolikleşen, hüzünlenen sonra da krizlere giren.

Belki de bu makineye karşı gelmenin bir yolu vardır. Belki de bu makineye epik oyunculuk-larımızla karşı gelebiliriz. Yıllardır hiç bıkmadan, usanmadan oynadığımız bu “doğal” insan rolüne yabancılaşarak, oynanan bu oyunun perdelerini ken-di ellerimizle indirebilir, ışıkları hiç kapatmadan adını bizim koyabileceğimiz bir oyunu yazabiliriz. Oyunun adını da “Hoş geldin İlkbahar” koyabiliriz.

Yani uzun lâfın kısası artık mevsimleri de-ğiştirmenin vakti. Artık şarkılarımız çoksesli, söz-cüklerimiz, aşklarımız ve insanlığımız ilkbahar ta-dında olmalı.

“Makineleşen dünyada duyguları topla-manın” heyecanını duyabilmeli, zurnayla caz yapa-bilmeli, halayımıza distortion’ ı katabilmeliyiz.

Aşklarımızın, insanlığımızın üstündeki per-deleri kaldırmalı, hepimiz birer Erkan Oğur olup, bütün gitarları perdesiz yapabilmeliyiz. Bir kuş mi-sâli parmaklarımızı özgürce dolaştırabilmeliyiz klavyenin üzerinde.

Ve artık hiçbirimiz şarkı dinlememeli, hepi-miz şarkı söylemek istemeliyiz...

... der Roger Waters ve söz ister;

 

“Şarkıyı değiştirmenin vakti geldi.

 

Welcome my son

You say GOODBYE to the machine”

 

                     enkidu

jwire.gif

KÜRESELLEŞTİRİLEMEDEN

 

“Efendi kölenin yarattığı birşeydir. İtaat sona  ererse, efendilik de sona erer...”

Max Stirner

 

Ne ekmek, ne su, ne de aşk. Sizce özgürlük olmadan bunların hangisi var olabilir? Var olsa da hangi biri gerçekten tutsak bireyin isteyebile-ceği ölçüdedir? Bundan değil midir ki hücresinde bedeni tutsaklaştırılmış içerdeki adamın ölüm orucu (≡ölüme kendi kararıyla açlıkla gitmeyi tercih etmek kalmışlığı, özgürlüğü sadece burada bulduğundan mıdır? Bu tercihi).

Peki ya tutsak topraklarda özgür bireyler var olabilir mi? Galiba olamadığındandır artık kahra-manların ölü doğması! Tutsak beyinler özgür top-rakları, özgür aşkları, özgür bireyleri mi yarata-bilecekler!!

Beyinlerimiz tutsak. Hangi birey tutsaklığı görüp, kalemi eline alıp sayfalarca küreselleşmeye kusamıyorsa en tutsak o’dur.

Aslında hemen hepimiz zarla zorla ıkına ıkına içimizden çıkartabildiğimiz sadece “Küresel-leşmeye karşıyım” diye bir ses. Bu kadarını diyebi-len, bireyin tutsaklığından ötürü. Yani daha bir fark-lı ifadeyle; nasıl ki ‘tanrıya inanmamaktan daha kötü bir şey, tanrıya inanmaktır..’

Bir kısım aydın, düşünür, entel-dantel, profesyonel köşe yazarları ise her zaman ve her konudaki yaklaşımlarının lakırdısındalar gene (küreselleştirilmiş tutsak kalemlerden çok bir şeyler beklemek baştan bir hata olurdu zaten); çok söz, çok sorun, çok tespit, çok yaklaşım, bir cümlelik ya olan ya da olmayan kurtuluş. Boğdururlar dinleyeni, okuyanı sanki bizim bilmediğimiz ölümler, tutsaklıklar, açlıklar getiren küresel denizlerdeki 1 drajelik kurtuluş olmayan 3-5 kelimelik çözüm cümleleri can simidimiz olmadığından..

Kurtuluşumu arıyorum, özgürlüğümün pe-şindeyim. Başka bir toprak parçasına gidip özgürlü-ğümü bulabileceğime inanmıyorum. Çünkü dünyanın tüm toprakları ve de denizleri tutsaktı. En kolay yolun ayağımın bastığı toprakların özgürleştirilmesinde buluyorum. Ama önce beynimi bu tutsaklıktan kurtarmalıyım. Beynimi tüm küresel ve toplumsal uyarımlara kapatıyorum artık. Gördüğüm, New York’un 13. caddesinde bile yürürken gördüğüm, yüzlerce insandan sadece birkaçı. O insanlar çöpleri karıştırıp açlıklarını gideriyorlar sadece (yarınki açlık endişelerini değil). Gözümün gördüğü reklâm panoları, tabelalar, dükkânlar, bankalar değil artık. Bir ağaç görebiliyorum az ötede, herzeye direnebilircesine onlarca yıldır bu köşede kalmayı başarabildiği kesin. Köşe başında bekleşen fahişeler yok artık. Büyük bir tenhalıktayım etrafta çok az insan ve bina var. Bir çocuk otostop çekiyor galiba yüz metre kadar ilerde. Gerisini görmüyorum. Bu bir düş değil, bu kadar kolay olabilir miydi? Alışıyorum, içimde hemen hiçbir tedirginlik yok gibi. Bir soru geliyor gene bu özgürlüğe ve kolaylığa alışamamış olan beynime. Peki beni görebilen var mıydı etrafta, sesimi duyabilen? Yalnız kalma korkusu muydu bu acaba, oysaki düne kadar her gün toplum içinde o tonlarca insan arasında sıkışan yalnızlığıma rağmen? Aniden başkalarının iyiliğini isteme toplumculuğum, aşmış kişiliğim mi tutmuştu? Beş dakika öncesine kadar değil toplum benden başka tek bir insanın mutluluğu bile beni ilgilendirmezken...İnsanın doğası gereği olan bir şey miydi bu (ne garip insan doğası tüm gerçek doğayı yok edebilmişken kendi doğası!!), tanınmamak, bilinmemek, görünmemek, önemsenmemek, yalnız kalmak. Bağırıp çığlık atsam birileri beni duyabilir miydi? Birilerinin beni duyamayacağına emin olmadan bağırabilir miydim peki? Çekinebilirdim belki, işte gene bir toplumsal kaygı, ama yakaladım onu ve de fark ettiğim şu ki bunları da ben yaratıyordum. İşte çözümümü buldum galiba..

Artık bir yerden başka bir yere giderken pasaport almak zorunda değilim, her istediğim yere gidebilirim, sınırlar yok artık. Gördüğüm uçsuz bucaksız tel örgülerle çevrilip hapsedilmemiş topraklar, ağır silahlarla donatılmış savaşan gemilerin kuşatamadığı sınırsız denizler. Çantamdan haritamı çıkartıp bakıyorum 87 farklı renge bölünmüş yazılarla donatılıp isimlendirilmiş, sahiplenilmiş o kağıt parçasını görmüyorum. İki renk var artık, biri mavi diğeri kahverengi...

İşte küreselleştim, hem de gerçekten küreselleştim, kutuplaştıranların hiç de işine gelmeyecek şekilde. Ama toprak katili, deniz katili, insan katillerinin korktuğu düşlerine bile tahammül gösteremeyip çıldırtacak şekilde küreselleştim. Ben küreselleştirilemedim, ben küreselleştim. Ben küreselleştirilmelere karşıyım, küreselleşmeden yanayım. Öyle ki artık Kuzey Kutbu’ndan akan nehir Güney Kutbu’ndaki çatlamış can çekişen topraklara, ağaçlara ve çocuklara kavuşabilecek, yüz milyon yıllık hasrete kalmış sevgilisi gibi. Nereye isterse oraya, tek yönlendiricisi rüzgâr olan özgür bir yelkenli gibi, rüzgâr hangi kıyıya iterse oraya. Artık bu nehrin önünü kimse kesemeyecek, barajlar kurup sahiplenemeyecek. Tüm ırmağı kimse ve hiçbir güç kendi tarlasına çeviremeyecek, yönlendirilemeyecek ben gibi. Kendisinin yarattığının farkına varıp yaratmaktan, biat etmekten vazgeçen ben gibi. İtaati bırakıp efendisini yok eden köle gibi... Fontomara’da ki ırgat Berardo gibi.

Artık onların küreselleşmeleri yok. Çünkü bu işin adı küreselleşme değil. Mevcut sınırları sadece kendi yaptıkları tek yönlü petrol, gıda, para, refah, kültür, zevk, alışkanlık, moda geçmesine izin vererek insanlığı, doğayı, dünyayı kutuplaştırmalarının adına küreselleşme demiyorum ve yok sayıyorum. Ve merak ediyorum hangi ibne abrigation ve sağlam MAI bunu açıklayabilir, örnekler vererek pragmatizmci yaklaşımlar yaparak konuya devam etmek de istemiyorum..

Artık tüm erkekler, Iraklı, Afgan, Türk... vs. aynı kadına ‘Demi More’a aşık edici ortak beğeni kültürüne sahip değiliz. Aynı patates kızartmasını sevmeyebiliriz yani bir köfte beğendirilişine tutsaklığım yok artık.

Marx’ın bir sövlencesi vardı zihnimde kalan; “Toplum bireylerden oluştuğundan....”≠ bireylerin oluşturduğu toplum... Keşke zamanında Marx da dediği söze inansaydı da yarattığı tektipleştirme marangozhanesi olan toplum kavramının altında kalıp boğulup o da herhangi bir birey olarak kalabilseydi.  Kendini bu kadar toplumun yönlendiricisi, toplumun yerine düşünen bir bilge, toplum dediği kavramın iyiliğini o toplumdan daha çok isteyen bir peygamber, bir tanrı olmasaydı... Kısacası buna karşılık eğer isterse bireylerin bir araya gelerek bir komünel birliktelik modeliyle, belirlenenin değil belirleyicinin birey olduğu bir topluluk oluşturulabilineceğine inanıp, topluma değil bireylere en fazla saygı gösterebilirim.

Yani sağcısıyla, solcusuyla, Marxistiyle, kapitalisti, emperyalistiyle topyekün yapılan bilinçli ya da bilinçsiz bu küreselleşme adını taktıkları kutuplaşma zincirinin halkası olan buna zemin ve lideri reddederek zihnimin tutsaklığını kırıyorum ve kendimi özgürleştirecek en büyük adımımı atıyorum. Her bir bireyin kendi özgürlük zaferiyle yenileceğine inandığım bu küreselleşme ve kapitalizmin panzehiri her bireyin kendi renginde kalıp kendisini toplumun tadından, zevkinden, kurum ve kurallarından, öngördüğü aşklarından, inançlarından ve dininden uzaklaştırabildiği kadar kendisine yaklaşabilecektir. Aksi halde hepimiz şizofren ruhlarız. Yani kişilik (şizo), yarılması (fren) ve hepimiz şizofrenken gerçekte kendi kalıp kişilik yarılmasına uğramayan güçlü ruhları hasta, şizofren ilan etme yanlışından çıkamayacağız.

Ve sevdiğim artık o yalan güzelliklere bakıp gülen gözlerim yok benim. Arık o gerçekleri gören şaşkın, donuk gözlerin anlamlı coşkusu var bakışlarımda. Aramızdaki o yalan, sahte köprüleri bir bir yıkıyorum şimdi. Ve o derin uçurumların ürpertisi, güçlülüğü ve gerçekliğindeyim. Sana gelmek için uçurumlardan her gün atlayıp tüm o sahtelikleri yok eden ben. Ki o sahte köprülerse beni sana getiren, nasıl onları yok edebildiysem. Varsa eğer bende de tek bir zerre sahtelik bu uçurumlardan aşağı çakıldığımda sadece o sahteliklerin yok olup sana özümle sadece gerçek ben ve yanımdaki gerçek aşkımla gelebilmek için....

 

Ve dirilip sana seslendiğimde ;

Gözlerimden ruhuma, gördüğüm güzellik yürür

Çatlamış toprağa yürüyen su gibi

Öfke ve inanç dolu insanların meydanlara yürümesi

gibi

Bir bebeğin ilk adımları gibi

Bir yağmurda,

Orman sığınağının koridorunda atılan

Toprak kokulu,

Hışırtı duyulu

Voltalarım gibi.....

Bir şeylere yetişmek için atılan hızlı adımlardaki gibi.

Ve sevdiğim; sen her şeydeyken seni arayan sana koşturan

An’ımın en güzel yarınlarıma yürümesi gibi....

 

Kurtuluşum sendedir. Ya tutsaklığı kabul et; biraz ekmek, biraz su, biraz aşk...ya da özgürlüğünü ilân et. Kurtuluş içinse ya tutsak halklar gibi tanrıdan bir lider, kurtarıcı, peygamber göndermesi için dua ederek bir ömür geçir. Ya da içinde, ruhunun derinliklerindeki Zerdüşt’ün buyurmasına bir kez izin ver.

                            che_mist

jwire.gif

KÜRESELLEŞME

İDEOLOJİNİN SONU

SON İNSAN

 

Gerçek dünyaya hoş geldin’: bedensiz bir düşüncenin, hayatımızı sonsuzlaştıran yazılımların (tekno-bilimin) dünyasına…Bu dünyayı bizler yarattık ve şimdi hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Yanıt verilecek onlarca soru var ve en önemlisi tüm yanıtları ‘bizler’ yani ‘son insanlar’ bulmalıyız.

 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonucunda, ‘liberal demokrasi’nin insanları yönetme biçiminin ‘son noktası’ olduğuna dair görüşün geniş çevrelerce kabulü bize artık ideolojinin bir çıkmaz sokak haline geldiğini mi göstermektedir? Ya da ardı ardına vereceğimiz yanıtların tümünün yerine tek ve kesin bir cümle bulabilir miyiz? İşte tam da bu noktada Küreselleşme – İdeolojinin Sonu – İnsan üçgeninin içerisindeki yanıtsız sorularla yeniden yüzleşmek zorunda kalacağız.

 

‘Kitlesel işsizlik, açlık, eşitsizlik, şiddet ve savaş, tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok sayıda insanı etkilememiştir’ diyor Derrida. Tüm bu sayılanlar son noktanın (!) ve küreselleşmenin diğer yüzüdür. Öteki ya da diğer her zaman ikinci olan anlamına gelmez. Bilinenin ötesinde, yeninin üzerine kurulan yeni, her zaman daha yeni olmuyor dedirtircesine gelişmeler yaşanıyor Dünya’da.

 

Amerika İmparatorluğu’nun yeni (!) yayılma politikası, Birleşmiş Milletler’i yok sayan tavrıyla ve yeni doktrineriyle bize bazı ipuçlarını vermektedir. Bu hem sözde hem özde yeni doktriner Küçük Bush’tan ve ipucu ise Saddam asma oyunundan başka bir şey değildir.

 

Türkiye gibi demokrasi kültürü kıt ülkelerde sıkça tanık olduğumuz bir denetim mekanizması olan baskıcı devlet aygıtının son 20 yılda medya, eğitim sistemi ve sanat gibi ideolojik devlet aygıtlarına baş rolü devrettiği gözlemlenirken Amerika Birleşik Devletleri’nde ordunun baş rolü kimseye kaptırmadan ve nedenlerini açıklama gereği dahi duymadan Ortadoğu’nun orta yerine yerleşivermesi yanıtsız sorulardan ilkiyle yüzleştiriyor bizi. Hangisi gerçek olan?

 

Küreselleşmenin insanı boyutu olarak insan hakları ve demokrasiyi, bu iki kavramdan yoksun ülkelere ihraç eden Batı, serbest piyasa ekonomisi adıyla anılan sömürü sistemine uygun hareket etmektedir. Yani herkesin eşit haklarla rekabet ettiği bir piyasayı değil, tam da piyasanın gerçek tanımından yola çıkarak en güçlü olanı kayırma ve en   güçlü   olana   en   fazlasını   verme   prensibini benimsemektedir.

 

Avrupa’nın ekonomik anlamda önde gelen devletleri daha az gelişmiş ülkelere demokrasi dersi verirken ya da ABD hangi ülkelerin yönetimini be-lirleyeceğine karar verirken iktisadi güç ilişkilerine göre hareket etmektedir. Edilgen konumdaki ülkeler pastadan pay almayı düşünürken pastada pay ol-mayla karşı karşıya kalmakta ve sadece ekonomik değil kültürel ve siyasi anlamda da dışalım potansi-yelini artırmaktadır.

 

ABD’nin Irak’a ve halkına vereceği özgür-lüğün bedeli kuşkusuz ağır olacaktır. Irak halkının gerçek düşüncesi hiçbir zaman bilinemeyecek, dire-nenler ve alkışlayanlar bir arada yaşamaya devam edecektir. Zaten hiçbir zaman Iraklı olmayı başa-ramamış çoğunluklar için bundan sonrası tümüyle bir kaybediş hikâyesidir.

 

Avrupa Birliği konusunda Türkiye’nin tavrıysa en az Irak konusu kadar vahim ve ondan daha da fazla ders çıkarılabilecek bir gelişmedir. İyimser bir tabloyla AB’ye girebilme mücadelesi verirken Türkiye’nin istemeye istemeye de olsa yaptığı kimi düzenlemeler, uluslararası hukukun kanun metinlerine de yansıması, iç hukukun üzerin-de bir evrensel hukukun varlığını göstermesi ve de-netim örgütlerinin yaptırım güçleri sonucu yaşanan olumlu gelişmeler, aynı yanıtsız soruya temel oluş-turmaktadır. Hangisi gerçek olan?

 

Türkiye’de insan hakları konusunda ve top-lumsal olaylara karşı gösterilen ‘resmi’ tavırda olumlu bir değişim yaşanmakla beraber bunu top-lumsal bilinçten ve/veya toplum arzusundan kay-naklanmayan, tersine bir dönüşüm olarak tanım-lamak gerekir. Daha açıkça belirtirsek AB’nin kri-terlerine uyma gayreti içindeki Türkiye’nin karşı-sında iki temel güç vardır: İlki kendi halkı, ikincisi tarihinin başından beri dile getirmekten çekinmediği kutsallığı.

 

Gerek aydınlar gerekse sıradan insanlar iki kutuptan birinde yer almayı, kısmen tutarlı ancak çoğunlukla duygusal bir tepki vermeyi tercih et-mektedirler. Bu iki kutup ‘otoriter milliyetçilik’ ve ‘liberal küreselcilik’ diye tanımlanabilir. Nihai an-lamda otoriter milliyetçi tavrın ‘Avrupa Birliğine Hayır’la noktalanan yaklaşımında bu sonsözden başka doğru bir tavrını görmek mümkün değildir. Öte yandan şimdi açıklamayı düşünmediğim birçok düşünce ve eylemin sonucunda bu iki görüşün git-tikçe birbirine yaklaştığını ama kuşkusuz aynı olmayacağını söyleyebiliriz.

 

Farklı olan kültürleri kültürsüzlükle tanım-layan medeniyet, kültürsüz olanlara kültürü, demokratik olmayanlara demokrasiyi ve yoksul olanlara zenginliği getirirken bir paradoksu da beraberinde taşımaktadır. İki kişinin oynadığı bir poker oyunun-da birinin kazancı her zaman diğerinin kaybı kadar-sa bu oyuna itiraz edilemez. Peki oyunculardan biri-si her ikisinin de kazanabileceğini iddia ederek oyu-nu başlatır ve aynı miktarda kazanç ile masadan kalkarsa diğerinin durumuna ilişkin yorumu ne olur? Üçüncü kişiden bahsedecektir, yani asıl kay-beden kişiden: Büyük kötülük, dünyanın karanlık yüzü, medeniyetin baş düşmanı üçüncü kişiden.

 

Sosyal olayların matematiksel olarak açıkla-namayacağını söyleyenlere masadaki kişinin yanıtı-nı henüz vermediğini hatırlatmak isterim. Masadaki kişi ya hâlâ bu oyunu oynamak istediğini vurgula-yarak oyuna davet edilmesi için her şeyi yapabile-ceğini gösterecek ya da elini cebine atarak aslında oyunu oynamış ve her şeyini diğer kişiye kaptırmış olduğunu fark edecektir. Masadaki yanıtı beklenen kişi aslında bizden başkası değildir.

 

Küreselleşme işte bu oyunu zorunlu kılan yeni (!) kavramdır. Kaybetmek için de olsa masaya bir kez oturabilmek arzusuyla yanan ikinci kişinin aslında birinci kişinin gözünde üçüncü kişiyle aynı kişi olduğunu ispatlayabilmemize olanak veren kav-ramdır. Daha açıkça söylemek gerekirse, dünyanın karanlık yüzü burasıdır ve bize aydınlığı getirecek olan, ne yazık ki, oyunu kazanan taraftır. Sakın ha küreselleşme, demek içinse artık geç kalınmıştır.

 

Bu mantık oyunu bizi üçgenin ikinci kenarı olan ‘ideolojinin sonu’ kavramını tartışmaya itmek-tedir. Sorgulamaya tarafsız bir gözle yaklaşmayı de-nersek elimizde kalan, siyasetin, ideolojinin ve tari-hin sonunun geldiğine dair kesin yargılar ve bütün bu iddialara yanıt olarak ‘bilgeliğin itiraz edileme-yen peygamberi’ Marx’ın yadsımanın yadsınması ile bize göstereceği yoldur.

 

İdeolojinin bir çıkmaz sokak haline geldi-ğine dair savlara, tıpkı kazanan eksi kaybeden eşit değildir toplam para paradoksuna ya da Amerika İmparatorluğu’nun Saddam asma oyunundaki es-kiye dönen yeni paradoksuna benzer bir paradoksu anımsatarak yanıt verilebilir: İdeolojilerin sonunun geldiğini iddia etmek de ideolojiktir.

 

Geldiğimiz noktada uzun uzun tartışılması gereken iki konu bulunmakla birlikte biz yalnızca bir genel sonuçtan bahsedeceğiz. Bu konulardan ilki Post-Modernizmin ve alt başlıkları olarak Lyotard’ın Marksizm üzerine düşünceleri, ‘kimin umurunda’ tavrı, Baudrillard’ın yabancılaşmayı terk edebilmenin tarihi terk etmekle mümkün olabileceği düşüncesi ve Derrida’nın tarihin sonuna dair diğerlerinden farklı yorumları; ikincisi Frankfurt Okulu ve alt başlıkları olarak bu okulun temsilcilerinin ve okulu felsefenin sonunu getirmekle sorumlu tutan Habermas’ın düşünceleridir. Bu konular bir makaleyle sınırlandırılamayacak kadar geniş ve yazımızın sadece bir bölümü olarak tanımlanamayacak kadar temeldir. Ancak Derrida’nın diğer Post-Modernistlere ‘her koşulda bir Marx gerekir’ yanıtı, en azından, kimin umurunda sorusuna bir yanıt verebileceğimizi gösterir. Eğer biz tarihin terk edilmesini yabancılaşmadan kurtulmanın yolu olarak tanımlarsak mücadele etmemenin var olanı kabul etmekle aynı anlama geldiğini görmezden gelmiş oluruz. Geçmişi yok saymak, Marx, Hegel, Kant ve daha önceki filozofları yok saymak demektir ki bu tam da sayıklamanın başlangıç belirtisidir.

Küreselleşme – ideolojinin sonu – insan üç-geninin içerisindeki yanıtsız sorulardan ilkini size bırakıp diğerini ideolojinin sonuna dair paradoksla yanıtladıktan sonra üçgenin son kenarından söz etmeye başlayabilirim.

 

‘İnsan bir eskizdir... O yaşadığı yaşamdan başka bir şey değildir.’ İnsanı tüm sorgulamaların dışında tutmak bir hümanizm yanılgısıdır. İnsanı – beyninin ürettiği şeylerle yönetilebilecek kadar ‘aciz’ bir varlığı – yüceltmek, en az öznesiz bir tarihin olanaklılığı kadar anlamsızdır. Her şeye rağmen umudu ve umutsuzluğu taşıyan yegâne varlıktır o ve hiçbir şeyden sorumlu olmama lüksüne sahip değildir. Yaşamdan başka bir şey değilse, onu varoluşçu bir yaklaşımla tanımlamak bizi istesek de istemesek de küreselleşme konusunda söylenecek acı itiraflara götürecektir. Önce fikir oluştuysa ya da bir hammadde üretim sürecinden geçerken elde edilecek ürünün ne olacağı üretici tarafından önceden biliniyorsa bugün gelinen noktadan sorumlu tutulacak ilk ve belki de tek şey insandır. Emperyalizmin fikirsel olarak bize küreselleşmeyi hediye ettiğini veya tüm sorunların bir başa dönüş sendromunu doğurduğunu görmek zorundayız.

 

İnsan beyninin geliştiği doğrudur ancak bu gelişme kendini daha da çok sevme ekseninde olduğu için insanoğlu ilerlemeye ara vermiştir. Egemen güçler teknolojiyi ve gelişen insan beynini kesin bir hegamonya kurabilmek için kullanmakta, bir zamanlar kurulan muhteşem şehir-devletlerin yerine bugün demir parmaklıklar ardından düşünen ‘aciz’ insanların bulunduğu yapay kişi-devletler kurulmaktadır.

 

Küreselleşme karşısında insanın birey olarak ve toplu olarak verebileceği tepkiler de tüm dünyada ortak (küresel) bir biçim almaktadır. Küreselleşme karşıtları küreselleşerek, küresel-leşmeye karşılıklarını gösterirken başka bir dün-yanın varlığı anımsatmaktalar. İşte son soru: Gerçekleşenden başka bir dünya, başka bir aşk ve de hayat var mı?

 

Küreselleşmenin ve ideolojik sonucu olarak liberal demokrasinin insanları yönetme biçiminin ideal ve son biçimi olduğu görüşüne ‘son’ yanıtı Nietzsche’nin o aciz, o kimliksiz ve o korkak ‘son insanı’nın (bizlerin) evcil hayattan sıkılarak kavgacı benliğine dönmesiyle verebileceğini kendimize anımsatmamız gerekir. Tanrıyı, neyi yaratacağını bilmiyorsa tanrıyı aşağılamanın en güzel yolu onu varsaymaktır. Oysa insan neyi yaratacağını bilmediği oranda yüceleşmiş ve bugüne değin kazanımlarını önceden kestirememiştir.

 

Sartre’ın dediği gibi ‘sen yaşadığın hayattan başka bir şey değilsin’. Ve bence ‘Gerçek Dünya’da yaşamayı henüz hak etmiyorsun.

                             RUA

silahlicocuk.jpg

 

VE TARİH

 

ve tarih, bir yerinde incelmişse zamanın

biz boyunlarımızdaki tasmayla

oynayacaksak yaşam oyununu

hep aynı yere varacak tren.

 

 

makaslar değişirken,

kar altındaki kentin kontrolsüz bir kavşağında

bir bir taşıtlar çevrilirken,

inancını kaybetmişsen

hep varacağı istasyona varacak tren.

 

 

boğazındaki düğümü çözemiyorsa hıçkırıklar,

her on yıla bir nesil kurban edilecekse

kanla beslenen düzen koruyucularına,

bir ferman daha yırtmanın zamanı

gelmiştir artık.

 

 

hep aynı yere varan bu tren

yolunu değiştirmeli aniden

ve biz hep yeni bir kuşakla başlamışsak yola

umudumuz yeşermeli yeniden

 

rua

dagistan-cetinkaya.jpg

jwire.gif

Aforizma Dergisi: che_mist, enkidu, oyuncu, rua... 2004-2006
Aforizma Dergisi: rua... 2006- ...

bize yazmak isteyenler için e-posta adresimiz: aforizmadergisi@mynet.com